18 Mayıs 2013 Cumartesi

Gül Ağacı Mürekkep Denizi


GÜL AĞACI MÜREKKEP DENİZİ

  Zaman ne çabuk geçti de gülün rengi –gül ki benim yurdum yuvam- buldu kendini. Memleketin bütün bahçelerinden toplanan gül yapraklarının yaptığı gibi, yurdumdan ayrılınca başka illerin bulutları altında gölgelenebileceğimi zannettim. Gülün sadık yapraklarına tutulan zabıtların yaprağın rengini daha da koyuya çevirdiğini. Dili ve alfabesi tanıdık gelmeyip yalnız mürekkep renginin bilineni yansıttığını.  Hem güle hem mürekkebe yabancı olmadığımdan. Öyle zannettim. Günler geldi, geçti. Ve ben hala öyle zannetmekteyim.
               Bir yanımda gül ağacı.                
                      Mürekkep denizi öbür yanım.
               Gülü nasıl yazmayayım?
                      O kadar çok rengi vardı ki. Ve o kadar çok yüzü. O kadar çok yüzüyle öyle bir baktı ki kalemin yüzüne. Kalem utandı, sahibi utandı. O ki gülden utanacak kadar mahcup ve gülü sevebilecek kadar mahzun bir yüreği vardı kalemin. Gülü anlattı boyuna. Her anlattıkça öbür yanımdaki mürekkep denizinden katreler eksildi bir bir. Kalem tükendi ama yine de hiçbir şey anlatılmış sayılmazdı gül hakkında. Kuş kanadı gerekliydi öyleyse gülün derdini anlatmaya. Mürekkep denizi razıydı içinde beslediği bin mahinin hakkı olanı gül için fedaya. Kalem razıydı gülün ruhuna fatiha okumasına da ağzıyla kuş tutma işi bu sefer de kâtibe düşmüştü. Yok, başka türlü olmayacaktı. O gül’dü. Anlatılmaya değerdi en az adı kadar.
                     Dikeni elime batmadan önce renklerimizin bu kadar uyumlu olduğunu bilmezdim. Kanımı akıttı. Canımı acıttı belki. Olsundu. Gülü seven dikenine katlanırdı hani. Gülü sevmek iddiasındayken. Katlandım. Tuttum gözümün yaşını. Öyle ya öbür yanım mürekkep denizi. Elimde ilk bakışta rengini gülden aldığını zannedip aldanabileceğim kanım. Bir de gözümün yaşı aksa fazla gelirdi. Gül için değerdi. Ancak bedelini ödetemezdim ona. Bütün olanları ona isnat edemezdim. O razıydı da ben rıza gösteremezdim. O mütevaziydi ya ben de ona karşı böbürlenemezdim.
           …
                  Cennetin kapısı. Yasak meyve. Âdem’in nefesi. Bir aldanış ve kovuluş. Aldatılmanın bütün türlüsü. Yalvarış. Aldatmanın rengi de kırmızı. Af dilenme. Gülün adı. Bağışlanma. Gül hatırına.
                  Ağır geldi gül kendine. Çok bedeller ödendi onun uğruna. Ve ödenecekti daha. Ben hafiftim onun sıkletince. Kalem hafif. Kâğıt hafif.
                  Mürekkep: hafif siyah.
      Gül dikeninin canımı acıtıp kanımı akıtmayacağı yerlere gideyim dedim. Nasıl olacaktı? Bu kadar gül ağacı ve bu kadar mürekkep deniziyken her tarafım. Daha da ötesi sağ ve solumdaki meleklerin her amelimi yazdıklarını bilirken ben. Kaçışım kimdendi daha? Her yaptığımın zaptı tutulurken bir bir, ne diye gülün zaptı kâtibin cüz’î iradesine düşmüştü? Neydi gülü kaleme rabt eden kudret? Görmek yetmez miydi insana? Ne diyeydi güle bir de kalem aynasından bakmak. Üstelik tuzla buz olmuşken kalemin aynası. Hangi parçanın gösterdiğine inanması gerektiğini nerden bilecekti insanoğlu? Her bir parça gülün farklı bir yanını gösterirken. Bu kadar farklı yüzü varken aynaların ve dahası insanlar aynalarda kendilerini bile tanımazken. Gülü kim tanırdı? Surete aldanmayıp da yüreğine bir kez olsun gül dikeni batırabilecek kadar cesur olanlar mı? Yoksa onlar siz misiniz? Gül bağına hoş geldiniz öyleyse.
                    Sahi siz onlar mısınız?
       Destan metinlerinde adı geçen cengâverlerin at üstünde düşmana savurduğu kılıç olmasa da o, çok yakışmıştı bir Osmanlı minyatüründeki çekik gözlü hasekinin eline. Kaftanının kumaşı kadifeden de olsa. Gül gibi tütse de teni. Tutmazdı gülün yerini.
                    Gülün yeri tam olarak neresiydi? Var mı bir bileniniz?
        Kış uykusundan yeni uyanıyordu cümle âlem ya. Soğuk kuzey rüzgârlarının dört bir yana savurduğu cümlelerimi gül mevsimine kadar toparlamak zor olmadı. Tabiat ona hazırlanıyordu zira. Mendilimi açtım kâinatın ortasına. Yaprak dilendim. Kırmızı dilendim. Toprak dilendim. Diken dilendim. Bütün doldurdum ceplerime gül unsurlarını. Sonra açıldım mürekkep denizine. Yazdım, bozdum. Anlattım, sordum. Yetti mi gülü tarife? Hayır elbette. Baştan sona aynı ses tonuydu kullandığım.
                    Ben zâkir.
                    Mezkûr:Gül.
                    Yetti mi? Yetmedi.
        Şimdi ben: Hem gül sunucusu hem gül dilencisi. Gülü anlatırken ve gül dilenirken yaptığım hatalardan, dil sürçmelerimden ve yanlış yola sapmalarımdan gülün görüntüsüne sığındım hep.  Ayna kırıntılarından toplamaktayım gülü şimdengeri. Ellerime bata bata avuçlamaktayım bütün parçaları. Kanımla yazmayı bir türlü beceremediğim gülün sırrını sakladım mevsimler boyu. Halimin özeti budur efendim.
                  Ne bir adım öndeyim gülden. Ne de bir adım gerideyim.
      Bir yanımda gül ağacı. Mürekkep denizi öbür yanım.
      Gül ağacının mürekkebe dokunduğu yerdeyim.
      Efendim.   

4 Mart 2013 Pazartesi

 NAKKAŞ İLE CARİYE 4

                                                                  Çile-i Aşk                                                                                                   

Öyle bir esişle esti ki!
Farklı iklimlere savurdu hayat bizi Nakkaş. Ne ben seni bildim. Ne de sen beni bulabildin. Ne hikâyemizi tam ortasından ikiye bölen nehir o eskisi… Ne de çığlıkları kulaklarımıza işleyen çöl kuşları bizim bildiklerimiz.                                               
Velhasıl Nakkaş. Biz eski biz değiliz.
Hükümranlıklarımız bizden ayrı bir coğrafyada yaşamın izini arayan suların ardına düştü. Bizim kendinden menkul esatirimiz doğmadı hiçbir halk mitolojisinin orta yerine. Destanlarımız ellerinde kırmızı karanfiller taşıyan hasekilerin kim bilir kaçıncı sahifesine düşen ruznamesinde saklı kaldı. Ne bir saltanatın ihtişamından nasibimizi aldık ne de çetr-i hilafete sığınıp kaldık. Uzun lafın hülasası... Biz bu hikâyenin öksüz ve yetim kahramanlarıydık yalnız.
Adı koyulmamış her varlığın varlığından şüphe duyulan bir âlemde, varlığımız yalnız adımız kadar vardı. Sorsalar şimdi ‘Siz kimsiniz?’ diye. Elcevap ‘Biz kim miyiz?’ Kimiz biz? Sanımız hangi devlet kaydına düşürüldü? Kim tarafından okundu kulağımıza ezanımız? Adımızı nerden aldık? Hangi diyarın köşesinden dönünce sokağın tam sağına düşer adresimiz. ‘Var mı bizi içinizde tanıyan?’
Dahası, ölsek bizi kim tanır?
Nefeslerimiz boşluğa üflenen cılız soluklardı. Biz nefes almayı yaşamak sanırdık da sınanırdık. Ne çetin bir sınavmış derken bulurduk kendimizi hakikatin kucağında. Yolculuğun suretten başlayıp manaya doğru gittiğini öğrendiğimizde ise elimizde avucumuzda ve hatta kalbimizde olan ne varsa harcamıştık suret uğruna. Ağır bir bedeldi. Bedel ağırlaştıkça hafifledi dünyadaki varlığımız. Varlığımızla da yokluğumuz kadar tezada düştük. Bir var idik bir yok olduk.
Olacak iş değil bizim hikâyemiz Nakkaş. Kurt ile ceylanı bir araya getirmek arzusu… Fırtınanın ortasından kandille geçmek… En emniyetsiz öykünün nihayeti dahi bizim öykümüze benzemedi hiçbir zaman. Biz belki de kendi sonumuza bile şaşırıp kaldık. Ne gökten üç elma düştü… Ne de kimseler çıkıp oturdu kerevetimize. Sonumuzu kendimiz yazdık.
Devletler bile kaybetmek için büyürdü. Biz kazanmayı umarak ateşimizi kendi ellerimizle söndürdük. Ateş var… Umut vardı. İki var arasında hep yok kaldık. Ne kadar da kısaydı yokluğun tarihçesi. Ye, vav, kaf… Ah Nakkaş! Bir var olsaydık.
Var olsaydık sen defterlerini karalamış olmayacaktın boş yere. Ben ismimi yitirmeyecektim meşin ciltli lügatlerin arasında.
Bir kaderdi ki bizimkisi, varlığı benim varlığım. Yokluğu benim yokluğum. Gecenin karanlığında büyürken zaman denen mefhum, biz kim bilir biz kaçıncı rüyamızın eşiğinde dururduk. Kaderden büyük kader, ateşten yakıcı kor varmış. Rüyamızda yaşamaya öylesine dalmışız ki hangi kaderin bize takdir edildiğini fark etmemişiz bile. Ne ateşe atılmaya mecalimiz ne de kadere yanmaya rızamız vardı. Kıyametimiz bize her gün biraz daha yaklaşıyordu. Fakat biz yanlış tutulan bir hesaptık.


Bir gül mühresi vuruldu yüreğimizin esved noktasına. Bir dizi tereddüt geçti kalbimizin üzerinden. Aşk var mıydı? Neydi? Neredeydi? Önce isim peşinden varlık gelirdi hep. O halde Süleyman varsa, Mecnun varsa, Bülbül varsa, Maşuk varsa, Yusuf varsa, Tahir, Kerem, Hüsrev varsa… Çöl varsa, Kuyu varsa, Zindan varsa, Dağ, taş varsa, Muhammed varsa, Hu varsa. Dahası çilesi varsa. O vakit vardı aşk da.
Nakkaş! Küçümsememeliydik aşkın çilesini.
Nakkaş sen içimdeki ülkenin yangınlarını bilir misin? Gözlerimdeki buğuların ardından bakarak hangi yaraya hangi merhemin kar edebileceğini… Fırtınalarını bilir misin yüreğimin, her mevsim tüm bildiklerimi darmadağın eden? Bir kalp bir kalp için nasıl çarpar. Ve bir kalbin çırpınışından sonra ne kalır geriye?
Dön geriye Nakkaş geldiğin yoldan. Kapat defterini ve dağılsın bütün bu hikâye. Çünkü Nakkaş aynı şeylerden bahsederken bile ayrı şeylerden dem vuran iki ayrı bedenleriz biz. Dokun dağılsın her şey. Ne sen beni görmüş ol ne de ben seni bilmiş olayım. Yum gözlerini ve kaybet bizi. Kaybet ki kimse bilmesin baştan beri ikimizin de ayrı düşü gördüğünü. Ne yan Pervane ol ne yakıl misal-i Şem.
Vazgeç Nakkaş! Gülün acısı Bülbül’ü geçti.
Çiz Nakkaş adımızın üstünü. Hiçbir şey kalmasın bizden geriye. Ne masal gemileri ne düzme şehzadeler ne de Azaplar… Büyük bir boşluk kalsın bizden. Bilmesin kimse niye öldüğümüzü. Yok olsun bizimle beraber bütün bildiklerimiz. Ayine-i mücellada nihan kalsın adımız.
Karanlıktayız Nakkaş. Şayet sönmemiş olsaydı üstümüzdeki ışık, uzamasaydı bizi ayıran çizgi, sana gözlerine şiirsiz bakılamayacak, süzme ışıklı koridorlardan geçen odalıklardan, kalbini olmayacak bir aşka düşüren hattatlardan söz edecektim.
Kim kimin hikâyesini bozmakta Nakkaş? Kimin nefesiyle yaşamaktayız? Kim figüran, kim başrolde? Yanan kim, yakılan kim? Kim kimin iki parmağının ucunda olan? Nakkaş susarsam kaybolacaksın. Karanlıktasın. Kimseler bilmeyecek gözlerinin rengini. Saçlarının kıvrımlarını, aşklarını, savaşlarını, kirpiklerini bilmeyecek kimseler. Ve bilmeyecek kimse her baktığın aynada sana bakan gözlerin asıl sahibini.
Daha fazla yorma beni Nakkaş. Ya al eline defterlerini ve anlat herkese olan biteni ya da kimse bilmesin ikimizin de akıbetini. Çünkü sadeleşirken benim anlattıklarım, daha da derinleşiyor senin çizdiğin hikâyeler. Keşke bilmeseydim hikâyelerini.
Bir hikâyeyi bitirmek için en uygun vakit bir yağmur zamanıdır diyordum. Yani yağmur yakışırdı her hikâyenin sonuna.
Yağmur yağdı.
Fakat yetmedi.

25 Şubat 2013 Pazartesi


NAKKAŞ İLE CARİYE

  Nakkaşın Bilinmeyen Hikâyesi                                                                                                   
            
Bir hikâye yazdım Nakkaş çeşidi. Öyle kar yağdı ki içim üşüdü.’

Rûzigâr
Nasıl geçip gidiyorsa bir şehrin içinden, öylece geçip gittim içimdeki şehirden. Hem öyle bir geçişle geçtim ki ne dizlerimde derman ne ayaklarımda takat kaldı. Şehirler çoğaldı, ben azaldım. Ben gittim, şehirler kaldı. Hiç kimse bilmeyecekti yolumun nereye varacağını rüyamı yorumlayan remilci ve de yazıcıdan başka.
  (Nokta vesselam)

Hiç ışık yok. Tabiat görünmez kılındı. Bitti gündüzü şehirlerin.
 Ah Nakkaş sen nerdesin? Rüya mısın, gerçek misin? Mademki gerçeksin neden hiç kimse hissetmedi bir kere bile soluk alıp verdiğini. Şayet gerçeksen neden bir gülibrişim ağacının altına düşmedi gölgen. Neden hiçbir kumsalın gövdesinde kalmadı ayak izin. Neden ben yazdıkça siliniyor ismin defterlerden. Neden aynalar seni göstermezken bile aynalardan kaçışın.  
Neydi sonsuz yokluk varken hayatı tercih etmenin sebebi. Sahi Nakkaş sen hayatı tercih ederken rüzgârın, bulutun ve yağmurun bir anda hayatından çekilip gidebileceğinin farkında mıydın? Nakkaş sen hayatının bir masal olduğunu ve akşam güneşinin masal gemilerini görünmez kıldığını bilmez miydin? 
Nakkaş sen ‘Belâ’ demeden aşkın yaşanmayacağını; aşkı dilerken aşktan aslında ne kadar da uzak düştüğünü; aşktan bahsederken, aşkın bedelinin aşkın ücretinden ne kadar da ağır olduğunu bilir miydin? Nakkaş şayet sen varsan bilirsin bir İstanbul lalesinin kokusunu, lal taşının neden kırmızı olduğunu, ağlayan lalenin gözyaşı dökme sebebini. Peki, neden mordur bir menekşe. Ah menekşe! Mendilin düşe.
Sahi Nakkaş, sen seni anlamayan bir kalbi senin anlamadığın bir sebeple taşıdın mı kalbinde. Ne kadar ağır bir yükmüş ki kalbindeki, hiçbir canlı mahlûkat taşıyamamış. Senden alınıp bana verilmiş. Avucunda gül kırıntıları: Ukde…
Nakkaş varsan sen şayet, bir aşkın üzerinden kaç boylam geçtiğini, bir güneş yılının bir aşk yılından ne kadar da kısa olduğunu, kırmızının sadece karanfile yakışmadığını, bir cümle yazısıyla bir alın yazısı arasındaki farkın ne demek olduğunu, geceleri gökyüzüne ışığı getirenin kim olduğunu, eski besteleri yeni bir sesle söylemeyi, suzidilarayı, yürük semaiyi bilirsin.
Şayet varsan sen Nakkaş, ufuk üzerinden kopup gelen bir kırkikindi yağmurunun ilk damlasının nereye düşeceğini, aşrı memleketlere uçan kuşların nerede konakladığını ve hiçbir şeyin aslında ‘uçan da kuşlara malum’ olmadığını, bir gündoğumunun kaç damla gözyaşına bedel olduğunu, sultanını hanidir yitirmiş bir sarayın avlusunda haziran ikindisinde yüzüne vuran rüzgârın neler hissettirdiğini bilirsin.
Varsan Nakkaş sen şayet, var olmanın bedelinin yok olmakla ödendiğini, ölümü kabullenerek de ölümü kabullenmeden de yaşamanın ne demek olduğunu ve de ölümün herkesin başına geleceğini bildiğin halde aslında herkesin yalnız öldüğünü de bilirsin.
Ateş denizi Nakkaş, mumdan gemi… Bilirsin.
Yine sabah oluyor Nakkaş. Şayet sabahın ne olduğunu bilseydin, sana akşamın ağasının gelip kandilleri bir bir nasıl söndürdüğünü anlatacaktım. Sabah rüzgârının savurduğu külleri ve yine aynı rüzgârda savrulan bir Enderun ağasının hatıratının kim bilir nelerden bahsettiği son sahifesini. Fakat Nakkaş sen ne üstüne cemreler düşen sabahı ne öğle vakti çölün serabına gölgesi düşen bir cariyenin zarif bileğini ne de savaşçının dürbününe düşen suya eğilmiş bir ceylanı bilmezsin.

Şayet yoksan sen Nakkaş, bir şehrin içinden hançer yarası gibi gelip geçen surları, kopacağı aşikâr bir fırtınanın öncesinde hangi dala sımsıkı tutunmak gerektiğini, kaç hükümdarın oğullarına hükmetmekten evvel katletmeyi öğrettiğini, ordulara hükmeden iki dudak arasındaki bir çift sözün kalbe nasıl da işlemediğini, yabancı iklimlere sürülmüş orduların arkalarında kaç kılıç artığı bıraktığını bilmezsin.  
Nakkaş yoksan sen şayet, henüz cennetten sürgün edilmemişliği, bir havuzun suyu yüzüne görüntünün düşmesini, ölü bir şairle hayatta olan bir şairin şiirleri arasında pek de bir fark olmadığını, akasyaların karanlık bir kenti nasıl da akladığını, bütün bulmaların ne büyük yitirmeler olduğunu da bilmezsin. Sen bulmadan yitirmenin acısını da bilmezsin. Nakkaş iyi ki bilmezsin.
Nakkaş Hüdhüd, Nakkaş Simurg… Bilmezsin.
Her şeyin bir şeyle başka bir şey arasında asılı durduğu bu âlemde kaç hayat söndü kaç hayat alevlendi. İnsanlığın fî tarihinden bu yana süregelen serüveni boyunca kim bilir kaç dilek ağacına kaç çul çaput bağlandı, kaç ölü derviş dergâhında kaç mum yakıldı, kaç kuyu başında kaç dilek tutuldu. Bunu ne sen ne de ben bilebiliriz. Eğer alevlenen hayatlar içinde seninki yoksa Nakkaş, var git hesabını dilek ağacından sor. Müştekiysen halinden, bana sahifelerdeki siyah izler yetmez, diyorsan; derdini ölü dervişlere anlat. İstedin de olmadıysa Nakkaş, sen yanlış kuyunun başında yanlış dilekler tutmuşsun.
Acaba Nakkaş aynı mı senin bir gül fidanını çizerken, benim de gülü anlatırken hissettiklerimiz. Akşam aynı vakitte mi iner senin ufkuna da benim ufkuma da. Benim gecemden kayan yıldız geçer mi senin de semalarından. Aynı mı Nakkaş bir zakkumun pembe rengi senin için de benim için de. Eğer aynıysa Nakkaş; neydi seni sen, beni de ben yapan şey. Neydi seni ikinci beni de birinci şahıs zamiri yapan kaide. Aynı mıyız Nakkaş bütün aynîliklerin ötesinde. Yak gramer kitaplarını, öyle söyle.
Hayır Nakkaş. Sarfı da nahivi de boş versek bile aynı olamayız biz seninle. Yazdıklarımız da çizdiklerimiz de apayrı. Senin için zamanın hududu yokken benim zamanım artık ne kum ne de gölge hesabıyla ölçülemeyecek kadar kıymetli. Sen malumsun, ben meçhul. Ben sonumu bilirim, senin sonunsa sonsuzluk. Öyleyse Nakkaş sil beni, renklerimden arındır. Nakkaş sustur beni, Nakkaş beni yeniden söylet. Başka türlü nasıl bahsederim seni görmekten.
Yazdıkça tükeniyoruz Nakkaş. Biz tükeniyoruz kelimeler tükeniyor.Sayfalar, mürekkepler, hokkalar, divitler tükeniyor. Dahası yazdıkça uzaklaşıyoruz birbirimizden.                                                                                                              
                Gariptir değil mi Nakkaş, ben yazmasam kimse seni bilmeyecek.                                                                                                      Ve daha da gariptir ki seni yazmasam beni de kimse bilmeyecek.
Ve en nihayetinde… Öleceğiz Nakkaş.
Ölümün de ne olduğunu bilmeyerek…
                                                                                                                                            

11 Şubat 2013 Pazartesi

Nakkaş ile Cariye

Nakkaş İle Cariye


Evvel-i Kelam                                                                

Bilmem Yusuf ile Züleyha hikâyesinin ardından kaç asır geçti de zaman bir Nakkaş ile bir Cariye’nin aşkını yazmayı gerekli kıldı.
Hatırladınız mı? Kısasü’l Ahsen’de adı geçen Yusuf kimdi, Züleyha kim? Yakup kimdi, Bünyamin kim? İftiraya uğrayan kurt kimdi, kanı akıtılan ceylan kim? Kaç gömleği vardı Yusuf’un? Satıldığı pazar, atıldığı zindan, Yusuf’la koyun koyuna yatan kuyu ve Mısr’ın gözünden akan Nil bu mesnevinin neresinden geçerdi?


Tıpkı Yusuf’un Züleyha’ya, Nakkaş’ın Cariye’ye duyduğu his gibi kalemin kâğıda olan aşkıydı bu hikâyenin başlamasına ikinci sebep. Sözün tam burasında cevaplarının diğer hikâyelerden farklı olmadığı bilinen sorular dökülüverdi kalemin dilinden. Nakkaş Cariye’ye mi âşık, yoksa kaleme mi? Cariye Nakkaş’ın suretine mi âşık yoksa Nakkaş’ın da ötesindeki Nakkaş’a mı?Züleyha ne gördü Yusuf yüzünde?’ Yusuf’un baktığı ayna kimi gösteriyordu? Mecnun kimi buldu Leyla’yı ararken? Hüdhüd Simurg’a vardığında karşısında kim duruyordu? Bütün aşkların kaderiydi bu sorgu merhalesi? Nihayetinde soruların bidayet ve nihayeti olan asıl soru:
Aşk neydi velhasıl?                                                     


Ve dahi sorulacak olursa Nakkaş kimdir, Cariye kim?
Âşık kim? Kim maşuk olan?
Bu meramdır bundan önce yazılmış ve bundan sonra yazılacak olan aşk hikâyelerinden murad. Ve dahi bu sebeptendir Nakkaş ile Cariye’nin hikâyesinin bundan önce yazılmış sayısız aşk hikâyelerine benzeyeceği gibi bundan sonra yazılacak olan aşk hikâyelerinin de bu hikâyeye benzeme ihtimali…


Ve ne kadar aşk gelip geçmişse yerin yüzünden. Ve ne kadar aşk son bulmuşsa göğün katında, hepsinin Sahibine hamd ile…

Başlayalım.
 ...

Yakub’un gözlerinin açılmasının üzerinden bilmem kaç yüzyıl geçti. Takvim kayıtları bu hikâyenin bir Zilhicce gecesinin sabaha yakın zamanında yazıldığını göstermekte. Anlatıcı farkında değildi ya zamanın. Tarih doğruyu söylüyor ve tekerrür ediyorsa, aylardan bu ay günlerden şu gün olmalıydı.
Üzerinden yıldızlar geçen bir gecenin sabahında, uykunun kucağından henüz düştüğü alnındaki izden belli olan Nakkaş’a; buhur tütsü kokuları arasından geçilerek gidilen ve duvarlarında çöl tasvirleri olan, gün ışığının üzerinden emaneten geçtiği, yarı aydınlık, üstü kubbeli nakkaşhanede, haki yeşili, limon çiçeği sarısı, turkuaz mavisi, narçiçeği kırmızısı boyaların arasında rastladım.


Onun bilip de benim bilmediğim ne çok renk vardı. Ve ne çok rengin anlattığı ne çok hikâye… Öyleyse her şeyden evvel renklerin dilini öğrenmeliydim ondan.
Ben sordum. Anlattı o boyuna.
Bu, dedi, siyah. Züleyha’nın saçları. Leyla’nın gözleri, ismi Leyla’nın. Kabil’e kardeşi Habil’i kırdıran kin. Yusuf’un rüyasında on iki yıldızla bir hilali göğsünde taşıyan sema. Kurda atılan kuru iftira. Ve zindanı ve kuyusu Yusuf’un, bir de Yusuf gittikten sonra babası Yakub’un gözleri. Harem’in yârinden ıramış yaslı libası.


Mavi, dedi sonra. Mısr’ı ortadan ikiye ayıran ve Mısr’a hayat veren Nil’in akıp giden saçları. Firavn’ın Yusuf’a bildirilen düşü. İsa’yı kucağına saran gökyüzü kundağı. Bir baston darbesiyle ortadan ikiye yarılan deniz. Belkıs’ın içinden geçerken eteğini çemrediği sırça saray; ‘Süleyman’ın hediyesi’. Piri Reis’in gemileri üstünde gezdirdiği umman. Hüsrev’i Şirin’e kavuşturan muştu. Sadefin kalbine inci bağışlayan yağmur damlası. Mecnun’un Leyla’sını ararken gözüne inen perde…


Sarı; yüzyıllardır sayısız aşkı, üzerinde bir ülkeden öbür ülkeye aşıran çöl; çölün, gökyüzüne ağan, kavurucu sıcağı. Belkıs’ın, sabahın ilk ışığıyla selamladığı güneş. Saray-ı Amire’nin duvarında asılı duran billur kandil. Mısırlı kadınların soymaya çalışırken ellerini kestikleri meyve. Zerkub’un eliyle işlediği altın. Pervane’yi yanmaya çağıran davet. Firavn’ın rüyasındaki buğday başağı.


Beyaz: Masumiyetin rengi, dedi. Yusuf’un yüzü; kana bulanan ve arkadan yırtılan gömleği. Taptuğun dergâhında Yunus’u bekleyen hırka. Tahir’in ucunu yaktığı mektup.  Tur dağında Musa’ya görünen nur.  Efendimiz’ in kırılan dişi. Mağarada yuva yapan güvercinin ve Huzur-ı İlahiye götüren burağın kanadı. Azra’nın saçına düşen kar tanesi. Mevlana’nın devr- i manevisi.


Yeşil: İçinden ırmaklar akan cennet. Çölün ortasındaki vaha. Yusuf hikâyesinde var olmayı kanıyla ödeyen masum ceylanın gözbebeği. Sadi’nin içinden geçtiği Bostan. Yesevi’ye uzatılan hurma dalı.


Çöl kahverengisi: Pir Sultan’ın elindeki asa. Kusva’nın parlak derisi. Mecnun’un derdini döktüğü arslan. Baki’nin   fasl-ı hazan gazeli. Suya eğilen karaca yavrusu.


Ve kırmızı sonra… Medine’nin biricik gülü. Peygamberler serverine miraca çıkarken yarenlik eden Cebrail’in gidebildiği son nokta; Sidretü’l Münteha. Âdem’in, Havva’nın saçlarına taktığı cennet çiçeğinden taç.  Padişahın elinde tuttuğu karanfil. Zühre’nin perçeminde asılı gül goncası. Selimiye’nin duvarındaki ters lale. Aşığa sunulan bade. Kanla yıkanan lal taşı. Yakub’un kanlı gözyaşı.


Itri’nin sesi, Bektaşi nefesi, Hacı Bayram tekkesi… Ve daha nice renk ve ondan öğrendiğim nice hikâye daha.


Ve sonra aşkın rengi dedi. Yoktu ki bunun ötesi.
Sözün burasına gelince Mecnun’un gözlerindekine benzer bir sis perdesi iniverdi Nakkaş’ın gözlerine. Kaybedilen Leyla’ya tekabül eden bu sis perdesini de onun anlattığı hikâyelerden bildim. Sordum ona hikâyenin bidayetindeki aynı soruyu?
‘Aşk neydi velhasıl?’
Anlattı….