25 Şubat 2013 Pazartesi


NAKKAŞ İLE CARİYE

  Nakkaşın Bilinmeyen Hikâyesi                                                                                                   
            
Bir hikâye yazdım Nakkaş çeşidi. Öyle kar yağdı ki içim üşüdü.’

Rûzigâr
Nasıl geçip gidiyorsa bir şehrin içinden, öylece geçip gittim içimdeki şehirden. Hem öyle bir geçişle geçtim ki ne dizlerimde derman ne ayaklarımda takat kaldı. Şehirler çoğaldı, ben azaldım. Ben gittim, şehirler kaldı. Hiç kimse bilmeyecekti yolumun nereye varacağını rüyamı yorumlayan remilci ve de yazıcıdan başka.
  (Nokta vesselam)

Hiç ışık yok. Tabiat görünmez kılındı. Bitti gündüzü şehirlerin.
 Ah Nakkaş sen nerdesin? Rüya mısın, gerçek misin? Mademki gerçeksin neden hiç kimse hissetmedi bir kere bile soluk alıp verdiğini. Şayet gerçeksen neden bir gülibrişim ağacının altına düşmedi gölgen. Neden hiçbir kumsalın gövdesinde kalmadı ayak izin. Neden ben yazdıkça siliniyor ismin defterlerden. Neden aynalar seni göstermezken bile aynalardan kaçışın.  
Neydi sonsuz yokluk varken hayatı tercih etmenin sebebi. Sahi Nakkaş sen hayatı tercih ederken rüzgârın, bulutun ve yağmurun bir anda hayatından çekilip gidebileceğinin farkında mıydın? Nakkaş sen hayatının bir masal olduğunu ve akşam güneşinin masal gemilerini görünmez kıldığını bilmez miydin? 
Nakkaş sen ‘Belâ’ demeden aşkın yaşanmayacağını; aşkı dilerken aşktan aslında ne kadar da uzak düştüğünü; aşktan bahsederken, aşkın bedelinin aşkın ücretinden ne kadar da ağır olduğunu bilir miydin? Nakkaş şayet sen varsan bilirsin bir İstanbul lalesinin kokusunu, lal taşının neden kırmızı olduğunu, ağlayan lalenin gözyaşı dökme sebebini. Peki, neden mordur bir menekşe. Ah menekşe! Mendilin düşe.
Sahi Nakkaş, sen seni anlamayan bir kalbi senin anlamadığın bir sebeple taşıdın mı kalbinde. Ne kadar ağır bir yükmüş ki kalbindeki, hiçbir canlı mahlûkat taşıyamamış. Senden alınıp bana verilmiş. Avucunda gül kırıntıları: Ukde…
Nakkaş varsan sen şayet, bir aşkın üzerinden kaç boylam geçtiğini, bir güneş yılının bir aşk yılından ne kadar da kısa olduğunu, kırmızının sadece karanfile yakışmadığını, bir cümle yazısıyla bir alın yazısı arasındaki farkın ne demek olduğunu, geceleri gökyüzüne ışığı getirenin kim olduğunu, eski besteleri yeni bir sesle söylemeyi, suzidilarayı, yürük semaiyi bilirsin.
Şayet varsan sen Nakkaş, ufuk üzerinden kopup gelen bir kırkikindi yağmurunun ilk damlasının nereye düşeceğini, aşrı memleketlere uçan kuşların nerede konakladığını ve hiçbir şeyin aslında ‘uçan da kuşlara malum’ olmadığını, bir gündoğumunun kaç damla gözyaşına bedel olduğunu, sultanını hanidir yitirmiş bir sarayın avlusunda haziran ikindisinde yüzüne vuran rüzgârın neler hissettirdiğini bilirsin.
Varsan Nakkaş sen şayet, var olmanın bedelinin yok olmakla ödendiğini, ölümü kabullenerek de ölümü kabullenmeden de yaşamanın ne demek olduğunu ve de ölümün herkesin başına geleceğini bildiğin halde aslında herkesin yalnız öldüğünü de bilirsin.
Ateş denizi Nakkaş, mumdan gemi… Bilirsin.
Yine sabah oluyor Nakkaş. Şayet sabahın ne olduğunu bilseydin, sana akşamın ağasının gelip kandilleri bir bir nasıl söndürdüğünü anlatacaktım. Sabah rüzgârının savurduğu külleri ve yine aynı rüzgârda savrulan bir Enderun ağasının hatıratının kim bilir nelerden bahsettiği son sahifesini. Fakat Nakkaş sen ne üstüne cemreler düşen sabahı ne öğle vakti çölün serabına gölgesi düşen bir cariyenin zarif bileğini ne de savaşçının dürbününe düşen suya eğilmiş bir ceylanı bilmezsin.

Şayet yoksan sen Nakkaş, bir şehrin içinden hançer yarası gibi gelip geçen surları, kopacağı aşikâr bir fırtınanın öncesinde hangi dala sımsıkı tutunmak gerektiğini, kaç hükümdarın oğullarına hükmetmekten evvel katletmeyi öğrettiğini, ordulara hükmeden iki dudak arasındaki bir çift sözün kalbe nasıl da işlemediğini, yabancı iklimlere sürülmüş orduların arkalarında kaç kılıç artığı bıraktığını bilmezsin.  
Nakkaş yoksan sen şayet, henüz cennetten sürgün edilmemişliği, bir havuzun suyu yüzüne görüntünün düşmesini, ölü bir şairle hayatta olan bir şairin şiirleri arasında pek de bir fark olmadığını, akasyaların karanlık bir kenti nasıl da akladığını, bütün bulmaların ne büyük yitirmeler olduğunu da bilmezsin. Sen bulmadan yitirmenin acısını da bilmezsin. Nakkaş iyi ki bilmezsin.
Nakkaş Hüdhüd, Nakkaş Simurg… Bilmezsin.
Her şeyin bir şeyle başka bir şey arasında asılı durduğu bu âlemde kaç hayat söndü kaç hayat alevlendi. İnsanlığın fî tarihinden bu yana süregelen serüveni boyunca kim bilir kaç dilek ağacına kaç çul çaput bağlandı, kaç ölü derviş dergâhında kaç mum yakıldı, kaç kuyu başında kaç dilek tutuldu. Bunu ne sen ne de ben bilebiliriz. Eğer alevlenen hayatlar içinde seninki yoksa Nakkaş, var git hesabını dilek ağacından sor. Müştekiysen halinden, bana sahifelerdeki siyah izler yetmez, diyorsan; derdini ölü dervişlere anlat. İstedin de olmadıysa Nakkaş, sen yanlış kuyunun başında yanlış dilekler tutmuşsun.
Acaba Nakkaş aynı mı senin bir gül fidanını çizerken, benim de gülü anlatırken hissettiklerimiz. Akşam aynı vakitte mi iner senin ufkuna da benim ufkuma da. Benim gecemden kayan yıldız geçer mi senin de semalarından. Aynı mı Nakkaş bir zakkumun pembe rengi senin için de benim için de. Eğer aynıysa Nakkaş; neydi seni sen, beni de ben yapan şey. Neydi seni ikinci beni de birinci şahıs zamiri yapan kaide. Aynı mıyız Nakkaş bütün aynîliklerin ötesinde. Yak gramer kitaplarını, öyle söyle.
Hayır Nakkaş. Sarfı da nahivi de boş versek bile aynı olamayız biz seninle. Yazdıklarımız da çizdiklerimiz de apayrı. Senin için zamanın hududu yokken benim zamanım artık ne kum ne de gölge hesabıyla ölçülemeyecek kadar kıymetli. Sen malumsun, ben meçhul. Ben sonumu bilirim, senin sonunsa sonsuzluk. Öyleyse Nakkaş sil beni, renklerimden arındır. Nakkaş sustur beni, Nakkaş beni yeniden söylet. Başka türlü nasıl bahsederim seni görmekten.
Yazdıkça tükeniyoruz Nakkaş. Biz tükeniyoruz kelimeler tükeniyor.Sayfalar, mürekkepler, hokkalar, divitler tükeniyor. Dahası yazdıkça uzaklaşıyoruz birbirimizden.                                                                                                              
                Gariptir değil mi Nakkaş, ben yazmasam kimse seni bilmeyecek.                                                                                                      Ve daha da gariptir ki seni yazmasam beni de kimse bilmeyecek.
Ve en nihayetinde… Öleceğiz Nakkaş.
Ölümün de ne olduğunu bilmeyerek…
                                                                                                                                            

11 Şubat 2013 Pazartesi

Nakkaş ile Cariye

Nakkaş İle Cariye


Evvel-i Kelam                                                                

Bilmem Yusuf ile Züleyha hikâyesinin ardından kaç asır geçti de zaman bir Nakkaş ile bir Cariye’nin aşkını yazmayı gerekli kıldı.
Hatırladınız mı? Kısasü’l Ahsen’de adı geçen Yusuf kimdi, Züleyha kim? Yakup kimdi, Bünyamin kim? İftiraya uğrayan kurt kimdi, kanı akıtılan ceylan kim? Kaç gömleği vardı Yusuf’un? Satıldığı pazar, atıldığı zindan, Yusuf’la koyun koyuna yatan kuyu ve Mısr’ın gözünden akan Nil bu mesnevinin neresinden geçerdi?


Tıpkı Yusuf’un Züleyha’ya, Nakkaş’ın Cariye’ye duyduğu his gibi kalemin kâğıda olan aşkıydı bu hikâyenin başlamasına ikinci sebep. Sözün tam burasında cevaplarının diğer hikâyelerden farklı olmadığı bilinen sorular dökülüverdi kalemin dilinden. Nakkaş Cariye’ye mi âşık, yoksa kaleme mi? Cariye Nakkaş’ın suretine mi âşık yoksa Nakkaş’ın da ötesindeki Nakkaş’a mı?Züleyha ne gördü Yusuf yüzünde?’ Yusuf’un baktığı ayna kimi gösteriyordu? Mecnun kimi buldu Leyla’yı ararken? Hüdhüd Simurg’a vardığında karşısında kim duruyordu? Bütün aşkların kaderiydi bu sorgu merhalesi? Nihayetinde soruların bidayet ve nihayeti olan asıl soru:
Aşk neydi velhasıl?                                                     


Ve dahi sorulacak olursa Nakkaş kimdir, Cariye kim?
Âşık kim? Kim maşuk olan?
Bu meramdır bundan önce yazılmış ve bundan sonra yazılacak olan aşk hikâyelerinden murad. Ve dahi bu sebeptendir Nakkaş ile Cariye’nin hikâyesinin bundan önce yazılmış sayısız aşk hikâyelerine benzeyeceği gibi bundan sonra yazılacak olan aşk hikâyelerinin de bu hikâyeye benzeme ihtimali…


Ve ne kadar aşk gelip geçmişse yerin yüzünden. Ve ne kadar aşk son bulmuşsa göğün katında, hepsinin Sahibine hamd ile…

Başlayalım.
 ...

Yakub’un gözlerinin açılmasının üzerinden bilmem kaç yüzyıl geçti. Takvim kayıtları bu hikâyenin bir Zilhicce gecesinin sabaha yakın zamanında yazıldığını göstermekte. Anlatıcı farkında değildi ya zamanın. Tarih doğruyu söylüyor ve tekerrür ediyorsa, aylardan bu ay günlerden şu gün olmalıydı.
Üzerinden yıldızlar geçen bir gecenin sabahında, uykunun kucağından henüz düştüğü alnındaki izden belli olan Nakkaş’a; buhur tütsü kokuları arasından geçilerek gidilen ve duvarlarında çöl tasvirleri olan, gün ışığının üzerinden emaneten geçtiği, yarı aydınlık, üstü kubbeli nakkaşhanede, haki yeşili, limon çiçeği sarısı, turkuaz mavisi, narçiçeği kırmızısı boyaların arasında rastladım.


Onun bilip de benim bilmediğim ne çok renk vardı. Ve ne çok rengin anlattığı ne çok hikâye… Öyleyse her şeyden evvel renklerin dilini öğrenmeliydim ondan.
Ben sordum. Anlattı o boyuna.
Bu, dedi, siyah. Züleyha’nın saçları. Leyla’nın gözleri, ismi Leyla’nın. Kabil’e kardeşi Habil’i kırdıran kin. Yusuf’un rüyasında on iki yıldızla bir hilali göğsünde taşıyan sema. Kurda atılan kuru iftira. Ve zindanı ve kuyusu Yusuf’un, bir de Yusuf gittikten sonra babası Yakub’un gözleri. Harem’in yârinden ıramış yaslı libası.


Mavi, dedi sonra. Mısr’ı ortadan ikiye ayıran ve Mısr’a hayat veren Nil’in akıp giden saçları. Firavn’ın Yusuf’a bildirilen düşü. İsa’yı kucağına saran gökyüzü kundağı. Bir baston darbesiyle ortadan ikiye yarılan deniz. Belkıs’ın içinden geçerken eteğini çemrediği sırça saray; ‘Süleyman’ın hediyesi’. Piri Reis’in gemileri üstünde gezdirdiği umman. Hüsrev’i Şirin’e kavuşturan muştu. Sadefin kalbine inci bağışlayan yağmur damlası. Mecnun’un Leyla’sını ararken gözüne inen perde…


Sarı; yüzyıllardır sayısız aşkı, üzerinde bir ülkeden öbür ülkeye aşıran çöl; çölün, gökyüzüne ağan, kavurucu sıcağı. Belkıs’ın, sabahın ilk ışığıyla selamladığı güneş. Saray-ı Amire’nin duvarında asılı duran billur kandil. Mısırlı kadınların soymaya çalışırken ellerini kestikleri meyve. Zerkub’un eliyle işlediği altın. Pervane’yi yanmaya çağıran davet. Firavn’ın rüyasındaki buğday başağı.


Beyaz: Masumiyetin rengi, dedi. Yusuf’un yüzü; kana bulanan ve arkadan yırtılan gömleği. Taptuğun dergâhında Yunus’u bekleyen hırka. Tahir’in ucunu yaktığı mektup.  Tur dağında Musa’ya görünen nur.  Efendimiz’ in kırılan dişi. Mağarada yuva yapan güvercinin ve Huzur-ı İlahiye götüren burağın kanadı. Azra’nın saçına düşen kar tanesi. Mevlana’nın devr- i manevisi.


Yeşil: İçinden ırmaklar akan cennet. Çölün ortasındaki vaha. Yusuf hikâyesinde var olmayı kanıyla ödeyen masum ceylanın gözbebeği. Sadi’nin içinden geçtiği Bostan. Yesevi’ye uzatılan hurma dalı.


Çöl kahverengisi: Pir Sultan’ın elindeki asa. Kusva’nın parlak derisi. Mecnun’un derdini döktüğü arslan. Baki’nin   fasl-ı hazan gazeli. Suya eğilen karaca yavrusu.


Ve kırmızı sonra… Medine’nin biricik gülü. Peygamberler serverine miraca çıkarken yarenlik eden Cebrail’in gidebildiği son nokta; Sidretü’l Münteha. Âdem’in, Havva’nın saçlarına taktığı cennet çiçeğinden taç.  Padişahın elinde tuttuğu karanfil. Zühre’nin perçeminde asılı gül goncası. Selimiye’nin duvarındaki ters lale. Aşığa sunulan bade. Kanla yıkanan lal taşı. Yakub’un kanlı gözyaşı.


Itri’nin sesi, Bektaşi nefesi, Hacı Bayram tekkesi… Ve daha nice renk ve ondan öğrendiğim nice hikâye daha.


Ve sonra aşkın rengi dedi. Yoktu ki bunun ötesi.
Sözün burasına gelince Mecnun’un gözlerindekine benzer bir sis perdesi iniverdi Nakkaş’ın gözlerine. Kaybedilen Leyla’ya tekabül eden bu sis perdesini de onun anlattığı hikâyelerden bildim. Sordum ona hikâyenin bidayetindeki aynı soruyu?
‘Aşk neydi velhasıl?’
Anlattı….