NAKKAŞ İLE CARİYE
Nakkaşın Bilinmeyen Hikâyesi
‘ Bir hikâye yazdım Nakkaş
çeşidi. Öyle kar yağdı ki içim üşüdü.’
Rûzigâr
Nasıl geçip gidiyorsa bir şehrin
içinden, öylece geçip gittim içimdeki şehirden. Hem öyle bir geçişle geçtim ki ne
dizlerimde derman ne ayaklarımda takat kaldı. Şehirler çoğaldı, ben azaldım.
Ben gittim, şehirler kaldı. Hiç kimse bilmeyecekti yolumun nereye varacağını rüyamı
yorumlayan remilci ve de yazıcıdan başka.
(Nokta vesselam)
Hiç ışık yok. Tabiat görünmez
kılındı. Bitti gündüzü şehirlerin.
Ah Nakkaş sen nerdesin? Rüya mısın, gerçek
misin? Mademki gerçeksin neden hiç kimse hissetmedi bir kere bile soluk alıp
verdiğini. Şayet gerçeksen neden bir gülibrişim ağacının altına düşmedi gölgen.
Neden hiçbir kumsalın gövdesinde kalmadı ayak izin. Neden ben yazdıkça siliniyor
ismin defterlerden. Neden aynalar seni göstermezken bile aynalardan kaçışın.
Neydi sonsuz yokluk varken hayatı
tercih etmenin sebebi. Sahi Nakkaş sen hayatı tercih ederken rüzgârın, bulutun
ve yağmurun bir anda hayatından çekilip gidebileceğinin farkında mıydın? Nakkaş
sen hayatının bir masal olduğunu ve akşam güneşinin masal gemilerini görünmez
kıldığını bilmez miydin?
Nakkaş sen ‘Belâ’ demeden aşkın
yaşanmayacağını; aşkı dilerken aşktan aslında ne kadar da uzak düştüğünü; aşktan
bahsederken, aşkın bedelinin aşkın ücretinden ne kadar da ağır olduğunu bilir
miydin? Nakkaş şayet sen varsan bilirsin bir İstanbul lalesinin kokusunu, lal
taşının neden kırmızı olduğunu, ağlayan lalenin gözyaşı dökme sebebini. Peki,
neden mordur bir menekşe. Ah menekşe! Mendilin düşe.
Sahi Nakkaş, sen seni anlamayan bir
kalbi senin anlamadığın bir sebeple taşıdın mı kalbinde. Ne kadar ağır bir
yükmüş ki kalbindeki, hiçbir canlı mahlûkat taşıyamamış. Senden alınıp bana
verilmiş. Avucunda gül kırıntıları: Ukde…
Nakkaş varsan sen şayet, bir aşkın
üzerinden kaç boylam geçtiğini, bir güneş yılının bir aşk yılından ne kadar da
kısa olduğunu, kırmızının sadece karanfile yakışmadığını, bir cümle yazısıyla
bir alın yazısı arasındaki farkın ne demek olduğunu, geceleri gökyüzüne ışığı
getirenin kim olduğunu, eski besteleri yeni bir sesle söylemeyi, suzidilarayı, yürük
semaiyi bilirsin.
Şayet varsan sen Nakkaş, ufuk
üzerinden kopup gelen bir kırkikindi yağmurunun ilk damlasının nereye
düşeceğini, aşrı memleketlere uçan kuşların nerede konakladığını ve hiçbir
şeyin aslında ‘uçan da kuşlara malum’ olmadığını, bir gündoğumunun kaç damla
gözyaşına bedel olduğunu, sultanını hanidir yitirmiş bir sarayın avlusunda
haziran ikindisinde yüzüne vuran rüzgârın neler hissettirdiğini bilirsin.
Varsan Nakkaş sen şayet, var
olmanın bedelinin yok olmakla ödendiğini, ölümü kabullenerek de ölümü
kabullenmeden de yaşamanın ne demek olduğunu ve de ölümün herkesin başına
geleceğini bildiğin halde aslında herkesin yalnız öldüğünü de bilirsin.
Ateş denizi Nakkaş, mumdan gemi…
Bilirsin.
Yine sabah oluyor Nakkaş. Şayet
sabahın ne olduğunu bilseydin, sana akşamın ağasının gelip kandilleri bir bir
nasıl söndürdüğünü anlatacaktım. Sabah rüzgârının savurduğu külleri ve yine
aynı rüzgârda savrulan bir Enderun ağasının hatıratının kim bilir nelerden
bahsettiği son sahifesini. Fakat Nakkaş sen ne üstüne cemreler düşen sabahı ne
öğle vakti çölün serabına gölgesi düşen bir cariyenin zarif bileğini ne de
savaşçının dürbününe düşen suya eğilmiş bir ceylanı bilmezsin.
Şayet yoksan sen Nakkaş, bir şehrin
içinden hançer yarası gibi gelip geçen surları, kopacağı aşikâr bir fırtınanın
öncesinde hangi dala sımsıkı tutunmak gerektiğini, kaç hükümdarın oğullarına
hükmetmekten evvel katletmeyi öğrettiğini, ordulara hükmeden iki dudak
arasındaki bir çift sözün kalbe nasıl da işlemediğini, yabancı iklimlere
sürülmüş orduların arkalarında kaç kılıç artığı bıraktığını bilmezsin.
Nakkaş yoksan sen şayet, henüz
cennetten sürgün edilmemişliği, bir havuzun suyu yüzüne görüntünün düşmesini,
ölü bir şairle hayatta olan bir şairin şiirleri arasında pek de bir fark
olmadığını, akasyaların karanlık bir kenti nasıl da akladığını, bütün
bulmaların ne büyük yitirmeler olduğunu da bilmezsin. Sen bulmadan yitirmenin
acısını da bilmezsin. Nakkaş iyi ki bilmezsin.
Nakkaş Hüdhüd, Nakkaş Simurg… Bilmezsin.
Her şeyin bir şeyle başka bir şey
arasında asılı durduğu bu âlemde kaç hayat söndü kaç hayat alevlendi.
İnsanlığın fî tarihinden bu yana süregelen serüveni boyunca kim bilir kaç dilek
ağacına kaç çul çaput bağlandı, kaç ölü derviş dergâhında kaç mum yakıldı, kaç
kuyu başında kaç dilek tutuldu. Bunu ne sen ne de ben bilebiliriz. Eğer alevlenen
hayatlar içinde seninki yoksa Nakkaş, var git hesabını dilek ağacından sor. Müştekiysen
halinden, bana sahifelerdeki siyah izler yetmez, diyorsan; derdini ölü
dervişlere anlat. İstedin de olmadıysa Nakkaş, sen yanlış kuyunun başında
yanlış dilekler tutmuşsun.
Acaba Nakkaş aynı mı senin bir gül
fidanını çizerken, benim de gülü anlatırken hissettiklerimiz. Akşam aynı
vakitte mi iner senin ufkuna da benim ufkuma da. Benim gecemden kayan yıldız
geçer mi senin de semalarından. Aynı mı Nakkaş bir zakkumun pembe rengi senin
için de benim için de. Eğer aynıysa Nakkaş; neydi seni sen, beni de ben yapan
şey. Neydi seni ikinci beni de birinci şahıs zamiri yapan kaide. Aynı mıyız
Nakkaş bütün aynîliklerin ötesinde. Yak gramer kitaplarını, öyle söyle.
Hayır Nakkaş. Sarfı da nahivi de
boş versek bile aynı olamayız biz seninle. Yazdıklarımız da çizdiklerimiz de
apayrı. Senin için zamanın hududu yokken benim zamanım artık ne kum ne de gölge
hesabıyla ölçülemeyecek kadar kıymetli. Sen malumsun, ben meçhul. Ben sonumu
bilirim, senin sonunsa sonsuzluk. Öyleyse Nakkaş sil beni, renklerimden
arındır. Nakkaş sustur beni, Nakkaş beni yeniden söylet. Başka türlü nasıl
bahsederim seni görmekten.
Yazdıkça tükeniyoruz Nakkaş. Biz tükeniyoruz kelimeler
tükeniyor.Sayfalar,
mürekkepler, hokkalar, divitler tükeniyor. Dahası
yazdıkça uzaklaşıyoruz birbirimizden.
Gariptir değil mi Nakkaş, ben yazmasam kimse seni
bilmeyecek. Ve
daha da gariptir ki seni yazmasam beni de kimse bilmeyecek.
Ve en nihayetinde… Öleceğiz Nakkaş.
Ölümün de ne olduğunu bilmeyerek…