11 Şubat 2013 Pazartesi

Nakkaş ile Cariye

Nakkaş İle Cariye


Evvel-i Kelam                                                                

Bilmem Yusuf ile Züleyha hikâyesinin ardından kaç asır geçti de zaman bir Nakkaş ile bir Cariye’nin aşkını yazmayı gerekli kıldı.
Hatırladınız mı? Kısasü’l Ahsen’de adı geçen Yusuf kimdi, Züleyha kim? Yakup kimdi, Bünyamin kim? İftiraya uğrayan kurt kimdi, kanı akıtılan ceylan kim? Kaç gömleği vardı Yusuf’un? Satıldığı pazar, atıldığı zindan, Yusuf’la koyun koyuna yatan kuyu ve Mısr’ın gözünden akan Nil bu mesnevinin neresinden geçerdi?


Tıpkı Yusuf’un Züleyha’ya, Nakkaş’ın Cariye’ye duyduğu his gibi kalemin kâğıda olan aşkıydı bu hikâyenin başlamasına ikinci sebep. Sözün tam burasında cevaplarının diğer hikâyelerden farklı olmadığı bilinen sorular dökülüverdi kalemin dilinden. Nakkaş Cariye’ye mi âşık, yoksa kaleme mi? Cariye Nakkaş’ın suretine mi âşık yoksa Nakkaş’ın da ötesindeki Nakkaş’a mı?Züleyha ne gördü Yusuf yüzünde?’ Yusuf’un baktığı ayna kimi gösteriyordu? Mecnun kimi buldu Leyla’yı ararken? Hüdhüd Simurg’a vardığında karşısında kim duruyordu? Bütün aşkların kaderiydi bu sorgu merhalesi? Nihayetinde soruların bidayet ve nihayeti olan asıl soru:
Aşk neydi velhasıl?                                                     


Ve dahi sorulacak olursa Nakkaş kimdir, Cariye kim?
Âşık kim? Kim maşuk olan?
Bu meramdır bundan önce yazılmış ve bundan sonra yazılacak olan aşk hikâyelerinden murad. Ve dahi bu sebeptendir Nakkaş ile Cariye’nin hikâyesinin bundan önce yazılmış sayısız aşk hikâyelerine benzeyeceği gibi bundan sonra yazılacak olan aşk hikâyelerinin de bu hikâyeye benzeme ihtimali…


Ve ne kadar aşk gelip geçmişse yerin yüzünden. Ve ne kadar aşk son bulmuşsa göğün katında, hepsinin Sahibine hamd ile…

Başlayalım.
 ...

Yakub’un gözlerinin açılmasının üzerinden bilmem kaç yüzyıl geçti. Takvim kayıtları bu hikâyenin bir Zilhicce gecesinin sabaha yakın zamanında yazıldığını göstermekte. Anlatıcı farkında değildi ya zamanın. Tarih doğruyu söylüyor ve tekerrür ediyorsa, aylardan bu ay günlerden şu gün olmalıydı.
Üzerinden yıldızlar geçen bir gecenin sabahında, uykunun kucağından henüz düştüğü alnındaki izden belli olan Nakkaş’a; buhur tütsü kokuları arasından geçilerek gidilen ve duvarlarında çöl tasvirleri olan, gün ışığının üzerinden emaneten geçtiği, yarı aydınlık, üstü kubbeli nakkaşhanede, haki yeşili, limon çiçeği sarısı, turkuaz mavisi, narçiçeği kırmızısı boyaların arasında rastladım.


Onun bilip de benim bilmediğim ne çok renk vardı. Ve ne çok rengin anlattığı ne çok hikâye… Öyleyse her şeyden evvel renklerin dilini öğrenmeliydim ondan.
Ben sordum. Anlattı o boyuna.
Bu, dedi, siyah. Züleyha’nın saçları. Leyla’nın gözleri, ismi Leyla’nın. Kabil’e kardeşi Habil’i kırdıran kin. Yusuf’un rüyasında on iki yıldızla bir hilali göğsünde taşıyan sema. Kurda atılan kuru iftira. Ve zindanı ve kuyusu Yusuf’un, bir de Yusuf gittikten sonra babası Yakub’un gözleri. Harem’in yârinden ıramış yaslı libası.


Mavi, dedi sonra. Mısr’ı ortadan ikiye ayıran ve Mısr’a hayat veren Nil’in akıp giden saçları. Firavn’ın Yusuf’a bildirilen düşü. İsa’yı kucağına saran gökyüzü kundağı. Bir baston darbesiyle ortadan ikiye yarılan deniz. Belkıs’ın içinden geçerken eteğini çemrediği sırça saray; ‘Süleyman’ın hediyesi’. Piri Reis’in gemileri üstünde gezdirdiği umman. Hüsrev’i Şirin’e kavuşturan muştu. Sadefin kalbine inci bağışlayan yağmur damlası. Mecnun’un Leyla’sını ararken gözüne inen perde…


Sarı; yüzyıllardır sayısız aşkı, üzerinde bir ülkeden öbür ülkeye aşıran çöl; çölün, gökyüzüne ağan, kavurucu sıcağı. Belkıs’ın, sabahın ilk ışığıyla selamladığı güneş. Saray-ı Amire’nin duvarında asılı duran billur kandil. Mısırlı kadınların soymaya çalışırken ellerini kestikleri meyve. Zerkub’un eliyle işlediği altın. Pervane’yi yanmaya çağıran davet. Firavn’ın rüyasındaki buğday başağı.


Beyaz: Masumiyetin rengi, dedi. Yusuf’un yüzü; kana bulanan ve arkadan yırtılan gömleği. Taptuğun dergâhında Yunus’u bekleyen hırka. Tahir’in ucunu yaktığı mektup.  Tur dağında Musa’ya görünen nur.  Efendimiz’ in kırılan dişi. Mağarada yuva yapan güvercinin ve Huzur-ı İlahiye götüren burağın kanadı. Azra’nın saçına düşen kar tanesi. Mevlana’nın devr- i manevisi.


Yeşil: İçinden ırmaklar akan cennet. Çölün ortasındaki vaha. Yusuf hikâyesinde var olmayı kanıyla ödeyen masum ceylanın gözbebeği. Sadi’nin içinden geçtiği Bostan. Yesevi’ye uzatılan hurma dalı.


Çöl kahverengisi: Pir Sultan’ın elindeki asa. Kusva’nın parlak derisi. Mecnun’un derdini döktüğü arslan. Baki’nin   fasl-ı hazan gazeli. Suya eğilen karaca yavrusu.


Ve kırmızı sonra… Medine’nin biricik gülü. Peygamberler serverine miraca çıkarken yarenlik eden Cebrail’in gidebildiği son nokta; Sidretü’l Münteha. Âdem’in, Havva’nın saçlarına taktığı cennet çiçeğinden taç.  Padişahın elinde tuttuğu karanfil. Zühre’nin perçeminde asılı gül goncası. Selimiye’nin duvarındaki ters lale. Aşığa sunulan bade. Kanla yıkanan lal taşı. Yakub’un kanlı gözyaşı.


Itri’nin sesi, Bektaşi nefesi, Hacı Bayram tekkesi… Ve daha nice renk ve ondan öğrendiğim nice hikâye daha.


Ve sonra aşkın rengi dedi. Yoktu ki bunun ötesi.
Sözün burasına gelince Mecnun’un gözlerindekine benzer bir sis perdesi iniverdi Nakkaş’ın gözlerine. Kaybedilen Leyla’ya tekabül eden bu sis perdesini de onun anlattığı hikâyelerden bildim. Sordum ona hikâyenin bidayetindeki aynı soruyu?
‘Aşk neydi velhasıl?’
Anlattı….








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder