Nakkaş İle Cariye
Evvel-i
Kelam
Bilmem
Yusuf ile Züleyha hikâyesinin ardından kaç asır geçti de zaman bir Nakkaş ile
bir Cariye’nin aşkını yazmayı gerekli kıldı.
Hatırladınız
mı? Kısasü’l Ahsen’de adı geçen Yusuf kimdi, Züleyha kim? Yakup kimdi, Bünyamin
kim? İftiraya uğrayan kurt kimdi, kanı akıtılan ceylan kim? Kaç gömleği vardı
Yusuf’un? Satıldığı pazar, atıldığı zindan, Yusuf’la koyun koyuna yatan kuyu ve
Mısr’ın gözünden akan Nil bu mesnevinin neresinden geçerdi?
Tıpkı
Yusuf’un Züleyha’ya, Nakkaş’ın Cariye’ye duyduğu his gibi kalemin kâğıda olan
aşkıydı bu hikâyenin başlamasına ikinci sebep. Sözün tam burasında cevaplarının
diğer hikâyelerden farklı olmadığı bilinen sorular dökülüverdi kalemin
dilinden. Nakkaş Cariye’ye mi âşık, yoksa kaleme mi? Cariye Nakkaş’ın suretine
mi âşık yoksa Nakkaş’ın da ötesindeki Nakkaş’a mı? ‘Züleyha ne gördü Yusuf yüzünde?’ Yusuf’un baktığı ayna kimi gösteriyordu? Mecnun kimi buldu
Leyla’yı ararken? Hüdhüd Simurg’a vardığında karşısında kim duruyordu? Bütün
aşkların kaderiydi bu sorgu merhalesi? Nihayetinde soruların bidayet ve
nihayeti olan asıl soru:
Aşk
neydi velhasıl?
Ve
dahi sorulacak olursa Nakkaş kimdir, Cariye kim?
Âşık
kim? Kim maşuk olan?
Bu
meramdır bundan önce yazılmış ve bundan sonra yazılacak olan aşk hikâyelerinden
murad. Ve dahi bu sebeptendir Nakkaş ile Cariye’nin hikâyesinin bundan önce
yazılmış sayısız aşk hikâyelerine benzeyeceği gibi bundan sonra yazılacak olan
aşk hikâyelerinin de bu hikâyeye benzeme ihtimali…
Ve
ne kadar aşk gelip geçmişse yerin yüzünden. Ve ne kadar aşk son bulmuşsa göğün
katında, hepsinin Sahibine hamd ile…
Başlayalım.
...
Yakub’un
gözlerinin açılmasının üzerinden bilmem kaç yüzyıl geçti. Takvim kayıtları bu
hikâyenin bir Zilhicce gecesinin sabaha yakın zamanında yazıldığını
göstermekte. Anlatıcı farkında değildi ya zamanın. Tarih doğruyu söylüyor ve
tekerrür ediyorsa, aylardan bu ay günlerden şu gün olmalıydı.
Üzerinden
yıldızlar geçen bir gecenin sabahında, uykunun kucağından henüz düştüğü
alnındaki izden belli olan Nakkaş’a; buhur tütsü kokuları arasından geçilerek
gidilen ve duvarlarında çöl tasvirleri olan, gün ışığının üzerinden emaneten
geçtiği, yarı aydınlık, üstü kubbeli nakkaşhanede, haki yeşili, limon çiçeği
sarısı, turkuaz mavisi, narçiçeği kırmızısı boyaların arasında rastladım.
Onun
bilip de benim bilmediğim ne çok renk vardı. Ve ne çok rengin anlattığı ne çok
hikâye… Öyleyse her şeyden evvel renklerin dilini öğrenmeliydim ondan.
Ben
sordum. Anlattı o boyuna.
Bu,
dedi, siyah. Züleyha’nın saçları. Leyla’nın gözleri, ismi Leyla’nın. Kabil’e
kardeşi Habil’i kırdıran kin. Yusuf’un rüyasında on iki yıldızla bir hilali
göğsünde taşıyan sema. Kurda atılan kuru iftira. Ve zindanı ve kuyusu Yusuf’un,
bir de Yusuf gittikten sonra babası Yakub’un gözleri. Harem’in yârinden ıramış
yaslı libası.
Mavi,
dedi sonra. Mısr’ı ortadan ikiye ayıran ve Mısr’a hayat veren Nil’in akıp giden
saçları. Firavn’ın Yusuf’a bildirilen düşü. İsa’yı kucağına saran gökyüzü
kundağı. Bir baston darbesiyle ortadan ikiye yarılan deniz. Belkıs’ın içinden
geçerken eteğini çemrediği sırça saray; ‘Süleyman’ın hediyesi’. Piri Reis’in
gemileri üstünde gezdirdiği umman. Hüsrev’i Şirin’e kavuşturan muştu. Sadefin
kalbine inci bağışlayan yağmur damlası. Mecnun’un Leyla’sını ararken gözüne
inen perde…
Sarı;
yüzyıllardır sayısız aşkı, üzerinde bir ülkeden öbür ülkeye aşıran çöl; çölün,
gökyüzüne ağan, kavurucu sıcağı. Belkıs’ın, sabahın ilk ışığıyla selamladığı
güneş. Saray-ı Amire’nin duvarında asılı duran billur kandil. Mısırlı
kadınların soymaya çalışırken ellerini kestikleri meyve. Zerkub’un eliyle
işlediği altın. Pervane’yi yanmaya çağıran davet. Firavn’ın rüyasındaki buğday
başağı.
Beyaz:
Masumiyetin rengi, dedi. Yusuf’un yüzü; kana bulanan ve arkadan yırtılan
gömleği. Taptuğun dergâhında Yunus’u bekleyen hırka. Tahir’in ucunu yaktığı
mektup. Tur dağında Musa’ya görünen
nur. Efendimiz’ in kırılan dişi.
Mağarada yuva yapan güvercinin ve Huzur-ı İlahiye götüren burağın kanadı.
Azra’nın saçına düşen kar tanesi. Mevlana’nın devr- i manevisi.
Yeşil:
İçinden ırmaklar akan cennet. Çölün ortasındaki vaha. Yusuf hikâyesinde var
olmayı kanıyla ödeyen masum ceylanın gözbebeği. Sadi’nin içinden geçtiği
Bostan. Yesevi’ye uzatılan hurma dalı.
Çöl
kahverengisi: Pir Sultan’ın elindeki asa. Kusva’nın parlak derisi. Mecnun’un
derdini döktüğü arslan. Baki’nin fasl-ı
hazan gazeli. Suya eğilen karaca yavrusu.
Ve
kırmızı sonra… Medine’nin biricik gülü. Peygamberler serverine miraca çıkarken
yarenlik eden Cebrail’in gidebildiği son nokta; Sidretü’l Münteha. Âdem’in,
Havva’nın saçlarına taktığı cennet çiçeğinden taç. Padişahın elinde tuttuğu karanfil. Zühre’nin
perçeminde asılı gül goncası. Selimiye’nin duvarındaki ters lale. Aşığa sunulan
bade. Kanla yıkanan lal taşı. Yakub’un kanlı gözyaşı.
Itri’nin
sesi, Bektaşi nefesi, Hacı Bayram tekkesi… Ve daha nice renk ve ondan
öğrendiğim nice hikâye daha.
Ve
sonra aşkın rengi dedi. Yoktu ki bunun ötesi.
Sözün
burasına gelince Mecnun’un gözlerindekine benzer bir sis perdesi iniverdi
Nakkaş’ın gözlerine. Kaybedilen Leyla’ya tekabül eden bu sis perdesini de onun
anlattığı hikâyelerden bildim. Sordum ona hikâyenin bidayetindeki aynı soruyu?
‘Aşk
neydi velhasıl?’
Anlattı….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder