NAKKAŞ İLE CARİYE 4
Çile-i Aşk
Öyle bir esişle esti ki!
Farklı iklimlere savurdu hayat bizi Nakkaş. Ne ben seni bildim. Ne de
sen beni bulabildin. Ne hikâyemizi tam ortasından ikiye bölen nehir o eskisi… Ne
de çığlıkları kulaklarımıza işleyen çöl kuşları bizim bildiklerimiz.
Velhasıl Nakkaş. Biz eski biz değiliz.
Hükümranlıklarımız bizden ayrı bir coğrafyada yaşamın izini arayan suların
ardına düştü. Bizim kendinden menkul esatirimiz doğmadı hiçbir halk mitolojisinin
orta yerine. Destanlarımız ellerinde kırmızı karanfiller taşıyan hasekilerin
kim bilir kaçıncı sahifesine düşen ruznamesinde saklı kaldı. Ne bir saltanatın
ihtişamından nasibimizi aldık ne de çetr-i hilafete sığınıp kaldık. Uzun lafın
hülasası... Biz bu hikâyenin öksüz ve yetim kahramanlarıydık yalnız.
Adı koyulmamış her varlığın varlığından şüphe duyulan bir âlemde,
varlığımız yalnız adımız kadar vardı. Sorsalar şimdi ‘Siz kimsiniz?’ diye.
Elcevap ‘Biz kim miyiz?’ Kimiz biz? Sanımız hangi devlet kaydına düşürüldü? Kim
tarafından okundu kulağımıza ezanımız? Adımızı nerden aldık? Hangi diyarın
köşesinden dönünce sokağın tam sağına düşer adresimiz. ‘Var mı bizi içinizde tanıyan?’
Dahası, ölsek bizi kim tanır?
Nefeslerimiz boşluğa üflenen cılız soluklardı. Biz nefes almayı yaşamak
sanırdık da sınanırdık. Ne çetin bir sınavmış derken bulurduk kendimizi
hakikatin kucağında. Yolculuğun suretten başlayıp manaya doğru gittiğini
öğrendiğimizde ise elimizde avucumuzda ve hatta kalbimizde olan ne varsa
harcamıştık suret uğruna. Ağır bir bedeldi. Bedel ağırlaştıkça hafifledi
dünyadaki varlığımız. Varlığımızla da yokluğumuz kadar tezada düştük. Bir var
idik bir yok olduk.
Olacak iş değil bizim hikâyemiz Nakkaş. Kurt ile ceylanı bir araya
getirmek arzusu… Fırtınanın ortasından kandille geçmek… En emniyetsiz öykünün
nihayeti dahi bizim öykümüze benzemedi hiçbir zaman. Biz belki de kendi
sonumuza bile şaşırıp kaldık. Ne gökten üç elma düştü… Ne de kimseler çıkıp
oturdu kerevetimize. Sonumuzu kendimiz yazdık.
Devletler bile kaybetmek için büyürdü. Biz kazanmayı umarak ateşimizi
kendi ellerimizle söndürdük. Ateş var… Umut vardı. İki var arasında hep yok
kaldık. Ne kadar da kısaydı yokluğun tarihçesi. Ye, vav, kaf… Ah Nakkaş! Bir
var olsaydık.
Var olsaydık sen defterlerini karalamış olmayacaktın boş yere. Ben
ismimi yitirmeyecektim meşin ciltli lügatlerin arasında.
Bir kaderdi ki bizimkisi, varlığı benim varlığım. Yokluğu benim
yokluğum. Gecenin karanlığında büyürken zaman denen mefhum, biz kim bilir biz
kaçıncı rüyamızın eşiğinde dururduk. Kaderden büyük kader, ateşten yakıcı kor
varmış. Rüyamızda yaşamaya öylesine dalmışız ki hangi kaderin bize takdir
edildiğini fark etmemişiz bile. Ne ateşe atılmaya mecalimiz ne de kadere
yanmaya rızamız vardı. Kıyametimiz bize her gün biraz daha yaklaşıyordu. Fakat
biz yanlış tutulan bir hesaptık.
Bir gül mühresi vuruldu yüreğimizin esved noktasına. Bir dizi tereddüt
geçti kalbimizin üzerinden. Aşk var mıydı? Neydi? Neredeydi? Önce isim peşinden
varlık gelirdi hep. O halde Süleyman varsa, Mecnun varsa, Bülbül varsa, Maşuk
varsa, Yusuf varsa, Tahir, Kerem, Hüsrev varsa… Çöl varsa, Kuyu varsa, Zindan
varsa, Dağ, taş varsa, Muhammed varsa, Hu varsa. Dahası çilesi varsa. O vakit
vardı aşk da.
Nakkaş! Küçümsememeliydik aşkın çilesini.
Nakkaş sen içimdeki ülkenin yangınlarını bilir misin? Gözlerimdeki
buğuların ardından bakarak hangi yaraya hangi merhemin kar edebileceğini…
Fırtınalarını bilir misin yüreğimin, her mevsim tüm bildiklerimi darmadağın
eden? Bir kalp bir kalp için nasıl çarpar. Ve bir kalbin çırpınışından sonra ne
kalır geriye?
Dön geriye Nakkaş geldiğin yoldan. Kapat defterini ve dağılsın bütün bu
hikâye. Çünkü Nakkaş aynı şeylerden bahsederken bile ayrı şeylerden dem vuran
iki ayrı bedenleriz biz. Dokun dağılsın her şey. Ne sen beni görmüş ol ne de
ben seni bilmiş olayım. Yum gözlerini ve kaybet bizi. Kaybet ki kimse bilmesin
baştan beri ikimizin de ayrı düşü gördüğünü. Ne yan Pervane ol ne yakıl misal-i
Şem.
Vazgeç Nakkaş! Gülün acısı Bülbül’ü geçti.
Çiz Nakkaş adımızın üstünü. Hiçbir şey kalmasın bizden geriye. Ne masal
gemileri ne düzme şehzadeler ne de Azaplar… Büyük bir boşluk kalsın bizden.
Bilmesin kimse niye öldüğümüzü. Yok olsun bizimle beraber bütün bildiklerimiz. Ayine-i
mücellada nihan kalsın adımız.
Karanlıktayız Nakkaş. Şayet sönmemiş olsaydı üstümüzdeki ışık,
uzamasaydı bizi ayıran çizgi, sana gözlerine şiirsiz bakılamayacak, süzme
ışıklı koridorlardan geçen odalıklardan, kalbini olmayacak bir aşka düşüren
hattatlardan söz edecektim.
Kim kimin hikâyesini bozmakta Nakkaş? Kimin nefesiyle yaşamaktayız? Kim
figüran, kim başrolde? Yanan kim, yakılan kim? Kim kimin iki parmağının ucunda
olan? Nakkaş susarsam kaybolacaksın. Karanlıktasın. Kimseler bilmeyecek
gözlerinin rengini. Saçlarının kıvrımlarını, aşklarını, savaşlarını,
kirpiklerini bilmeyecek kimseler. Ve bilmeyecek kimse her baktığın aynada sana
bakan gözlerin asıl sahibini.
Daha fazla yorma beni Nakkaş. Ya al eline defterlerini ve anlat herkese
olan biteni ya da kimse bilmesin ikimizin de akıbetini. Çünkü sadeleşirken
benim anlattıklarım, daha da derinleşiyor senin çizdiğin hikâyeler. Keşke
bilmeseydim hikâyelerini.
Bir hikâyeyi bitirmek için en uygun vakit bir yağmur zamanıdır
diyordum. Yani yağmur yakışırdı her hikâyenin sonuna.
Yağmur yağdı.
Fakat yetmedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder