18 Mayıs 2013 Cumartesi

Gül Ağacı Mürekkep Denizi


GÜL AĞACI MÜREKKEP DENİZİ

  Zaman ne çabuk geçti de gülün rengi –gül ki benim yurdum yuvam- buldu kendini. Memleketin bütün bahçelerinden toplanan gül yapraklarının yaptığı gibi, yurdumdan ayrılınca başka illerin bulutları altında gölgelenebileceğimi zannettim. Gülün sadık yapraklarına tutulan zabıtların yaprağın rengini daha da koyuya çevirdiğini. Dili ve alfabesi tanıdık gelmeyip yalnız mürekkep renginin bilineni yansıttığını.  Hem güle hem mürekkebe yabancı olmadığımdan. Öyle zannettim. Günler geldi, geçti. Ve ben hala öyle zannetmekteyim.
               Bir yanımda gül ağacı.                
                      Mürekkep denizi öbür yanım.
               Gülü nasıl yazmayayım?
                      O kadar çok rengi vardı ki. Ve o kadar çok yüzü. O kadar çok yüzüyle öyle bir baktı ki kalemin yüzüne. Kalem utandı, sahibi utandı. O ki gülden utanacak kadar mahcup ve gülü sevebilecek kadar mahzun bir yüreği vardı kalemin. Gülü anlattı boyuna. Her anlattıkça öbür yanımdaki mürekkep denizinden katreler eksildi bir bir. Kalem tükendi ama yine de hiçbir şey anlatılmış sayılmazdı gül hakkında. Kuş kanadı gerekliydi öyleyse gülün derdini anlatmaya. Mürekkep denizi razıydı içinde beslediği bin mahinin hakkı olanı gül için fedaya. Kalem razıydı gülün ruhuna fatiha okumasına da ağzıyla kuş tutma işi bu sefer de kâtibe düşmüştü. Yok, başka türlü olmayacaktı. O gül’dü. Anlatılmaya değerdi en az adı kadar.
                     Dikeni elime batmadan önce renklerimizin bu kadar uyumlu olduğunu bilmezdim. Kanımı akıttı. Canımı acıttı belki. Olsundu. Gülü seven dikenine katlanırdı hani. Gülü sevmek iddiasındayken. Katlandım. Tuttum gözümün yaşını. Öyle ya öbür yanım mürekkep denizi. Elimde ilk bakışta rengini gülden aldığını zannedip aldanabileceğim kanım. Bir de gözümün yaşı aksa fazla gelirdi. Gül için değerdi. Ancak bedelini ödetemezdim ona. Bütün olanları ona isnat edemezdim. O razıydı da ben rıza gösteremezdim. O mütevaziydi ya ben de ona karşı böbürlenemezdim.
           …
                  Cennetin kapısı. Yasak meyve. Âdem’in nefesi. Bir aldanış ve kovuluş. Aldatılmanın bütün türlüsü. Yalvarış. Aldatmanın rengi de kırmızı. Af dilenme. Gülün adı. Bağışlanma. Gül hatırına.
                  Ağır geldi gül kendine. Çok bedeller ödendi onun uğruna. Ve ödenecekti daha. Ben hafiftim onun sıkletince. Kalem hafif. Kâğıt hafif.
                  Mürekkep: hafif siyah.
      Gül dikeninin canımı acıtıp kanımı akıtmayacağı yerlere gideyim dedim. Nasıl olacaktı? Bu kadar gül ağacı ve bu kadar mürekkep deniziyken her tarafım. Daha da ötesi sağ ve solumdaki meleklerin her amelimi yazdıklarını bilirken ben. Kaçışım kimdendi daha? Her yaptığımın zaptı tutulurken bir bir, ne diye gülün zaptı kâtibin cüz’î iradesine düşmüştü? Neydi gülü kaleme rabt eden kudret? Görmek yetmez miydi insana? Ne diyeydi güle bir de kalem aynasından bakmak. Üstelik tuzla buz olmuşken kalemin aynası. Hangi parçanın gösterdiğine inanması gerektiğini nerden bilecekti insanoğlu? Her bir parça gülün farklı bir yanını gösterirken. Bu kadar farklı yüzü varken aynaların ve dahası insanlar aynalarda kendilerini bile tanımazken. Gülü kim tanırdı? Surete aldanmayıp da yüreğine bir kez olsun gül dikeni batırabilecek kadar cesur olanlar mı? Yoksa onlar siz misiniz? Gül bağına hoş geldiniz öyleyse.
                    Sahi siz onlar mısınız?
       Destan metinlerinde adı geçen cengâverlerin at üstünde düşmana savurduğu kılıç olmasa da o, çok yakışmıştı bir Osmanlı minyatüründeki çekik gözlü hasekinin eline. Kaftanının kumaşı kadifeden de olsa. Gül gibi tütse de teni. Tutmazdı gülün yerini.
                    Gülün yeri tam olarak neresiydi? Var mı bir bileniniz?
        Kış uykusundan yeni uyanıyordu cümle âlem ya. Soğuk kuzey rüzgârlarının dört bir yana savurduğu cümlelerimi gül mevsimine kadar toparlamak zor olmadı. Tabiat ona hazırlanıyordu zira. Mendilimi açtım kâinatın ortasına. Yaprak dilendim. Kırmızı dilendim. Toprak dilendim. Diken dilendim. Bütün doldurdum ceplerime gül unsurlarını. Sonra açıldım mürekkep denizine. Yazdım, bozdum. Anlattım, sordum. Yetti mi gülü tarife? Hayır elbette. Baştan sona aynı ses tonuydu kullandığım.
                    Ben zâkir.
                    Mezkûr:Gül.
                    Yetti mi? Yetmedi.
        Şimdi ben: Hem gül sunucusu hem gül dilencisi. Gülü anlatırken ve gül dilenirken yaptığım hatalardan, dil sürçmelerimden ve yanlış yola sapmalarımdan gülün görüntüsüne sığındım hep.  Ayna kırıntılarından toplamaktayım gülü şimdengeri. Ellerime bata bata avuçlamaktayım bütün parçaları. Kanımla yazmayı bir türlü beceremediğim gülün sırrını sakladım mevsimler boyu. Halimin özeti budur efendim.
                  Ne bir adım öndeyim gülden. Ne de bir adım gerideyim.
      Bir yanımda gül ağacı. Mürekkep denizi öbür yanım.
      Gül ağacının mürekkebe dokunduğu yerdeyim.
      Efendim.